• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası

 

                    

NİÇİN ADD !

 

Atatürk’e karşı yapılan gösterilere aldırmayın. Onların çoğunun gerçek nedenini
kıskançlıklarda aramak gerekecektir. Öyle ya; üzerinden geçen bunca zamana
karşın Atatürk’ün düşüncelerine ulaşıp uygulamak bir yana o düşüncelerin
özünü dahi kavrayamamış olmak kişilerde kıskançlık duygusu yaratmayacak
mıdır?
Ama; unutulmasın onlara kalırsa Atatürk’ü sevdiğini söylemek ya da seviyor
görünmek yeterli olacaktır. Aklınızdan çıkarmayın törenlerde Atatürk’e övgüler
düzenlerin özel yaşamlarında Atatürk’ün düşüncelerinden ne kadar uzakta
yaşadıklarını anımsamanız yeter de artar bile.
İşte bu nedenlere bağlı olarak bizlerce önemli olanın Atatürk’ü yalnızca
sevmenin değil ama onun bizlere aşılamak istediği düşünceleri özümsemek
olduğunu unutmamak gerekir.
Bakınız ufak bir açıklama yapalım; sevmek ya da bu kelimenin değişik
tanımlarını kullanmak bütünüyle kişisel bir sorundur. Öznel bir duygudur.
Böylesine bir yaklaşımla kalıplar içine sokulmuş bir Atatürk sevgisinin ne kadar
anlamsız sonuçlar getirdiği akıllara bile getirilmemeli. Onu seviyor görünerek
onun düşüncelerinden uzakta yaşamak onu bizden uzaklaştırmak değil midir?
Yakın zamanlara kadar yaşanıp üstelik haberlere de konu olan Atatürk’ü
sevmenin sahte bir gösterisini, örnek olarak verirsek ne demek istediğimiz daha
iyi anlaşılacaktır.
Atatürk, Mustafa Kemal Paşa olarak 19 Mayıs’ta Samsun’a ayak bastı ya;
akıllarınca işte o anı kutluyorlar. Boyanmış bir Atatürk büstü törenle gemiden
indiriliyor ve büst aynı törenin devamında İl yetkililerine teslim ediliyor!
Bu nasıl bir senaryodur? Kim akıl edip uygulamaya koyuyorsa bilinmez ona nasıl
bir ödül verilmeli?
Buna benzer nicesini yaşamımızda değişik örneklerle görmekteyiz.
***
İşin aslında Atatürk’ün düşünce ortamından 11 Kasım 1938’den başlayarak
uzaklaşıldığını; hele hele seçimlerin yapıldığı 1950’den başlayarak iyice
koparıldığını kabul etmemiz gerekmez mi? Gıdım gıdım “salam” politikası ya da
kurbağanın sıcak suya alıştırılmasında olduğu gibi…

Öncelikle seçimleri izleyen günlerde daha bir ay bile dolmadan ezanın Türkçe
okunmasından vaz geçilip Arapça okunmasına başlanılmasıyla yeni bir
Türkiye’ye geçeceğimiz belli olmaktaydı.
Ülkenin kamuoyu bir yandan Kemal Pilavoğlu denen Ticani tarikatından bir
meczup ile oyalanırken bu kere Malatya’da “Laiklik” yanlısı gazeteci olan Ahmet
Emin Yalman, bir suikasta uğruyor, canını zorlukla kurtarıyordu.
Köy Enstitüleri sistemi daha 1948’lerde budanmış, kuşa döndürülmüştü.
Kapanışları da yeni iktidarın elinden oldu. Yıllardan 1954’tü.
Dahası da gelecekti. Ülkenin Başbakanı Adnan Menderes Demokrat Parti meclis
grubunda yaptığı konuşmada milletvekillerine karşı “Siz isterseniz Hilafeti bile
geri getirebilirsiniz” diyerek şeriat’a göz kırmaktaydı.
27 Mayıs 1960’a kadar geçen dönemde zamanın başbakanı ile Nur Cemaatinin
lideri Said-İ Nursi arasındaki muhabbete dönük flörtün yaşandığını görmekteyiz.
27 Mayıs Devrimi ülkemize yeni bir Anayasa getirmiş olmakla birlikte gerici
güçler özgürlük ortamından da yararlanarak sinsi emellerini sürdürebilmek
amacıyla her türlü girişimlerde bulunmaktan geri durmuyorlardı.
Yargıtay Başkanı İmran Öktem’in Ankara’da Maltepe Camiine getirilip musalla
taşına konulan cenazesinin namazının kılınması cami imamı tarafından kabul
edilmemiş uzun uğraşlardan ve CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün çabasıyla
orada bulunan bir imam tarafından namazın kılınmasıyla sonuçlanabilmişti.
Ülke ekonomik sıkıntılar içinde bunalırken 12 Mart 1971 tarihinde askeri cunta
tarafından verilen muhtıra ile yeni bir hükümet krizi yaşanmıştı.
Atatürk adına yapılan bu darbe girişiminin ardından 1973 yılında yapılan
seçimlerde “Milli Selamet Partisi” mecliste ciddi bir milletvekili sayısına
ulaşmıştı. Ülkemiz; uzun uğraşlar sonucu başbakanlığa atanan Bülent Ecevit’in
MSP’nin ortaklığıyla kurabildiği koalisyon hükümeti ile yeni bir döneme adım
atıyordu.
Ancak öyle bir adım atılıyordu ki, MSP; dinci bir parti olduğunu söylemekten
kaçınmayıp Anayasa Mahkemesi’nin kapatma kararını bertaraf etmek için Milli
Nizam Partisi yerine kurulan bir hülle partisiydi.
Ve koalisyonun bir kanadını oluşturan şaibeli parti hükümetin İçişleri ve Adalet
Bakanlıklarını ele geçirmişti. Yani kuzular kurta teslim edilmişti. Dokuz ay öylece

geçti. Unutulmasın, artık o MSP ülkenin siyaset yelpazesinde yerini almış
oluyordu.
Ülkenin en çalkantılı günleri başlamıştı. Aslında Atatürk unutulmuş ve özellikle
unutturulmuş, bir sağ-sol davası gündemde tutuluyor olmuştu.
İşte bu ortamda 12 Eylül faşist askeri darbesi yaşandı. Darbenin lideri; ülkenin
ortamını emperyalist güçlerin amaçları doğrultusunda Türk-İslam sloganı ile
yönetmeyi düşünüyor olmalıydı. Yurt içinde gidilen her yerde elindeki Kur’anı
göstererek ayetler ve onların Türkçe anlamlarını okuyor. Toplumu bu
düşüncelerle yönetmeye çalışıyordu.
Bu arada özellikle Suudi Arabistan kökenli İslami kuruluşlar yurt içinde cirit
atmaktaydılar. Belirli bir zaman sonra Râbıtatü'l-Âlemi'l-İslâmî  adlı
kuruluşun Türkiye’deki özel yetiştirilmiş imamların maaşlarını ödedikleri
anlaşılmıştır.
1981 yılının Atatürk’ün doğumunun 100 ncü yılı olması fırsat bulunarak Atatürk
Yılı ilan edilmiş onun adına kutlamalar yapılmaya başlanılmıştı. Darbenin lideri
Atatürk’e özeniyor onun davranışlarını, giyimini kuşamını taklit ediyor yerli
yersiz onun sözlerinden örnekler vermeye çalışıyordu. Bu davranışları o denli
yapmacık ve tekrarcıydı ki toplumun bilinçli kesimleri tarafından mizah konusu
yapılarak kendisine “Mustafa Kâmil Zorti” lakabı verilip adına kitaplar
çıkarılmaktaydı.
***
Bu çalkantılı ortam sürerek 1989 yılına gelinmişti. Ülkenin bu ortamını endişe ile
izleyen 50 kişilik bir grup aydın 19 Mayıs 1989 tarihinde kurucu başkan Prof. Dr.
Muammer Aksoy önderliğinde bir dernek kurarak gerici akımlarla savaşmayı
görev bilmişlerdir. Kuruluş aşamasında Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu
Onursal Başkan olarak seçilmiştir.
Amaçlanan düşünceler çerçevesinde çalışacak derneğin kuruluş nedeni
tüzüğünün başlangıç bölümünde;
Atatürk’ün bedensel varlığının artık aramızda bulunmamasından cesaret alan
içteki ve dıştaki kimi olumsuz güçler, O’nun yeni Türk Devletini yaratma
doğrultusunda ilk adımı attığı 19 Mayıs 1919’un üzerinden 70 yılın geçtiği bu
günlerde, Atatürk devrim ve ilkelerine karşı, açık ya da kapalı saldırılarını
doruğa ulaştırmış bulunmaktadır. Bundan daha kötüsü, planlı ve sinsi bir
çalışma ile, o devrim ve ilkeleri gelecekte yok etmek çabası içindeler.

şeklindeki cümlelerle açıklanmaktadır.
Nihayet 19 Mayıs 1989 Kuruluş aşaması geçildikten sonra teşkilatlanma yoluna
geçilmiş yeni şubelerin oluşturulması için çalışmalar yapılmıştır. Hızla
tamamlanan yeni şubelerin açılışları ”Atatürkçü Düşünce” kavramına ne denli
bir gereksinim duyulduğunun ilginç bir göstergesi olarak değerlendirilmelidir.
Genel Başkanımız Prof. Dr. Muammer Aksoy tarafından 1989 yılında Sayın
Bülent Erkmen’e derneğimiz için logo çalışması isteğinde bulunulmuş, 1990
yılının Ocak ayında yapılan logo 1991 yılından itibaren kullanılmaya
başlanılmıştır. Logonun yorumunda; Atatürk’ün görselinin etrafındaki her bir
siyah noktanın insanları temsil ettiği ifade edilmektedir.
Söylemek gerekir ki Atatürkçü Düşünce Derneği; ülke çapında çok farklı bir
konumdadır. Kurucu üyelerimizden İlk Başkanımız Prof. Dr. Muammer Aksoy 31
Ocak 1990’da, Doç. Dr. Bahriye Üçok 6 Ekim 1990’da ve Prof. Dr. Ahmet Taner
Kışlalı ise 21 Ekim 1999’da gerici güçlerin hain tertipleri sonucu devrim şehidi
olarak öldürülmüşlerdir.
ADD; günümüzde Sn. Mustafa Hüsnü Bozkurt’un Genel Başkanlığında ülkeye
dağılmış 350’ye yakın şubesi, 55 temsilciliği yanında yurt dışındaki 50’yi aşkın
temsilciliği ve 66000 üyesiyle ülkenin en büyük STK’sı olarak hizmetlerini ilk
günkü heyecanı ile sürdürmektedir.
Ne mutlu bizlere ki Ata’mızın şehitlerimizin anılarıyla dolu olarak bize bırakılan
emanetin ağırlığının bilinciyle yaşayabiliyoruz…

 

  
133 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın